Günümüzde kentler hızla değişiyor, hatta birbirine benziyor. Bu değişim, insanı yaşadığı yerle kurduğu bağdan uzaklaştırıyor. Bildiğimiz sokaklar siliniyor, tanıdık yapılar dönüşüyor. Peki bu kayboluş ne anlama geliyor?
Geçmişle olan bağlarımız zayıflarken, kimliğimiz ve geleceğe dair umutlarımız nasıl etkileniyor? Bu yazı, bu soruların izini sürüyor; bizi kentleri, mekânları ve kendi aidiyetimizi yeniden düşünmeye çağırıyor.
Kentleşmenin Değişen Yüzü
İnsanoğlu tarih boyunca toprağa tutunarak yaşam kurdu. Yerleşik hayatla başlayan bu serüven, kentleri var etti. Fakat 18. yüzyıldaki Sanayi Devrimi, ardından gelen küreselleşme ve kapitalizm dalgası, kentlerin dokusunu hızla dönüştürdü.
Bugün birçok şehir, aynı kalıba dökülmüş gibi; özgün kimlikler silikleşiyor, mekânlar birer "geçiş alanına" dönüşüyor. Beton yükseldikçe hatıralar gölgede kalıyor, birey ile mekân arasındaki bağ kopuyor.
Bu yabancılaşma, sadece fiziksel değil; ruhsal bir sarsıntıya da neden oluyor. Kendisini kentle özdeşleştiremeyen birey, yalnızlaşıyor. Kent, artık bir yaşam alanı değil; konaklanıp geçilen bir durak oluyor.
Bellek ve Aidiyet: Kentin Kimliği
Bir kent, yalnızca yolları, binaları ve parklarıyla değil; hatıralarıyla, sesleriyle, insanlarıyla anlam kazanır. Kent kimliği, tarih, gelenek, kültür ve hafıza üzerinden kurulur.
Ne var ki günümüzde kentleşme öyle hızlı ki, bu kimlik parçalanıyor. Yerel olan kayboldukça, geçmişle olan bağlar da zayıflıyor.
İnsan, kendini ait hissedemediği bir yerde yaşamaya başlıyor. Böylece mekân, bir ev değil; bir uğrak noktası halini alıyor.
Fransız antropolog Marc Augé’nin kavramsallaştırdığı "yer-olmayan"lar tam da bu kopuşu anlatıyor: alışveriş merkezleri, otoyollar, havaalanları, AVM’ler... Hepsi geçici, ruhsuz ve hafızasız.
Bu alanlarda kimlik gelişmez, bellek kurulmaz. Sadece geçilir, unutulur.
Mekân ve Kimlik: Mimarların ve Kent Planlamacılarının Rolü
Geleneksel kentlerde her yapı, bir hikâyenin parçasıydı. Camiler, çeşmeler, kahvehaneler, mahalle araları... Hepsi insanla ve geçmişle ilişki kurardı.
Bugünse mimarlar ve kent planlamacıları, yalnızca bina değil; hafıza da inşa etmelidir.
Bir mekânın "yer" olabilmesi için, insanda bir anlam uyandırması gerekir. İnsan, o yerle duygusal bir bağ kurmalı, geçmişi hatırlamalı, kendini orada tanımlayabilmelidir.
Bu bağ, ancak mekânın ruhu korunarak kurulabilir. Kopyala–yapıştır şehirler değil; yaşanmışlıkları barındıran, anlatısı olan kentler inşa edilmelidir.
Sonuç: Kentler ve Geleceğe Taşınan Bellek
Kentleri sadece bugüne değil, geleceğe taşımak için geçmişi silmemek gerekir. Hafızası olmayan bir kent, kimliği olmayan bir birey gibi savrulur.
O nedenle, kent planlamasında ve mimaride geçmişle gelecek arasında bir köprü kurmak şart. Kentin kimliği, o kentin yaşayanlarıyla birlikte şekillenir; ama bu şekillenme, tarihsel sürekliliği gözetmelidir.
Unutmamalıyız ki her kent, kendi çağının tanığıdır. Onu şekillendiren herkes –mimar, sanatçı, yurttaş– aynı zamanda bu tanıklığın aktarıcısıdır.
Kentler, sadece yapıların değil, anlamların da taşıyıcısıdır. Ve her anlam, bir aidiyet ihtiyacına cevap verir.